Sayfalar

11 Kasım 2014 Salı

Sekiz Şart Adab

Not: Heryerde paylasilan bu metni bir mursit veya vekil tarafindan teblih edilmesi gerekir.


1. Tövbe niyetiyle abdest almak : Abdest alınırken yıkanan uzuvlarla işlenmiş olan günahlar hatırlanarak Allah’tan ( c.c) af dilenir. 2. Tövbe niyetiyle boy abdesti almak : “ Yarabbi ben bedenimin dışını su ile yıkadım temizlemeye çalıştım; sen de ilahi nur ile ve irfanla kalbimi temizle ve beni affet” diye yalvarmak gerekir. 3. Tövbe ve istihare niyetiyle iki rekat namaz kılmak : Birinci rekatta Fatiha Suresi’nden sonra Kafirun Süresi, ikinci rekatta İhlas Suresi okunmalıdır. Bilinmiyorsa istenilen süreler okunabilir. 4. Kalp ve dil ile tövbeyi tekrarlamak : “ Yarabbi ben pişmanım yapmış olduğum bütün günahlardan keşke yapmasaydım inşallah bir daha yapmayacağım.” Bu sözleri üç defa canı gönülden söyler sonra içi yanarak işlemiş olduğu günahlarını göz önüne getirir, pişmanlık duyar. Gıybet ettiği, sövdüğü, incittiği, eziyet ve haksızlık yaptığı kişilerle helalleşir. Namaz ve oruç gibi terk ettiği farz ibadetleri kaza eder. 5. Yirmibeş defa Estağfirullah demek : Hak yolun isteklisi tövbe ettikten sonra şu hadisi şerifin hükmüne göre Allah’ın ( c.c) tövbesini kabul ettiğini ve günahlarını da affetiğini umut eder ve inanır : “ Günahtan dönen sanki o günahları işlememiştir.” Bu hadisi şerifi devamlı düşünerek ümidini Cehennem korkusundan üstün tutar. Çünkü günahlarından eser kalmamıştır. Fakat : “ Kalbim işlemiş olduğum günahlardan dolayı paslanmıştır. Üzerimden günah gittiği halde, eseri olan pas ve kiri kalmıştır. Ancak istiğfar, yani affedilmeyle temizlenebilir” diye düşünür ve günahlarının eserinin tamamen giderilmesi ve yeni işleyeceği günah kirlerinin temizlenmesi için günde yirmi beş ile yetmiş beş arasında istiğfar eder. İstiğfarı sünnete göre yirmi beşten az, yetmişten fazla yapmamak gerekir. Ayrıca kalp huzuruyla, içi yana yana acele etmeden yapılmalıdır. 6. Sekiz adet Fatiha okumak : Sadatların himmetleri sayesinde istiğfarla kalbimdeki pas ve kir yok oldu, kalbim ilahi feyiz almaya uygun hale geldi diye düşünerek sekiz Fatiha okunur. Birinci Fatiha önce Peygamber ( S.A.V)’e, O’nun Al ve Ashabına, Şah-ı Nakşibend Hazretleri ve Abdulkadir-i Geylani Hazretlerine hediye edilerek bu iki Sadattan şöyle istimdat edilecek; “ Ey Sadatların Ervahları, ne olur Peygamber ( S.A.V)’den benim için ricada bulununuz da, bana şefaat etsin ki Allah-u Teala ( c.c)’da benim tövbemi ve ibadetlerimi, kabul ve makbul eylesin." Bu şekilde her okunan Fatiha’yı Şerife hediye edilip sırası ile Sadatlardan istimdat edilecek 8 Fatiha’yı Şerife’yi hediye edeceğimiz Sadatların isimleri sırası ile aşağıda belirtilmiştir. Not : Sadatların isimlerini ezbere bilmeyenler 8 ( sekiz ) Fatiha’yı toptan okuyup önce Peygamber ( S.A.V) Efendimize, Al ve Ashabına, ehli beytine ve Sadatların ruhlarına ve mürşidin ruhaniyetine hediye ettim. Ya Rabbi kabul ve vasıl eyle, diyecek. --------> Birinci Fatiha’yı Şah-ı Nakşibendi ve Şeyh Seyyid Abdülkadir Geylani ( k.s) Hazretleri’nin ruhlarına; -------->İkinci Fatiha’yı Şeyh Abdülhalık Gücdevani ve İmam-ı Rabbani ( k.s) Hazretleri’nin ruhlarına; --------> Üçüncü Fatiha’yı Mevlana Halid-i Zülcenaheyn ve Seyyid Abdullah (k.s) Hazretleri’nin ruhlarına; --------> Dördüncü Fatiha’yı Seyyid Taha ve Seyyid Sıbğatullah Arvasi ( k.s) Hazretleri’nin ruhlarına; -------> Beşinci Fatiha’yı Şeyh Abdurrahman-ı Tahi ve Şeyh Fethullah-ı Verkanisi ( k.s) Hazretleri’nin ruhlarına; -------> Altıncı Fatiha’yı Şeyh Muhammed Diyauddin ve Şeyh Ahmed el Haznevi ( k.s) Hazretleri’nin ruhlarına; -------> Yedinci Fatiha’yı Şeyh Seyyid Abdülhakim el- Hüseyni ve Seyyid Muhammed Raşid el- Hüseyni ( k.s) Hazretleri’nin ruhlarına; -------> Sekizinci Fatiha’yı Şah-ı Urfa ( k.s) Hazretleri’nin ve Şah-ı Bilvanis Hz (k.s)'nin ruhaniyetlerine hediye etmek gerekir. 7. Ölüm Rabıtası ( Ölümü düşünmek ) : Sadatların himmet ve feyizlerinin hazır olduğu ve kalbin de feyzi alacak duruma geldiği düşünülür Fakat mal, evlat, dost ve akrabalara bağlılık dünyanın lezzeti ve zevki bu feyzi almaya engeldir. Bu nedenle ölüm düşünülür : “ Yatağımda can çekişiyorum, ölmek üzereyim. Azrail ( a.s) ruhumu almaya geliyor, Şeytan da imanımı çakmak üzere hazır bekliyor. Akrabalarım ve evladım etrafımda toplandı. Bütün mal ve servetim gözümün önüne geliyor. Şeytandan imanımı kurtarmak için yardım umarak bunlara teker teker bakıyorum. Fakat bana hiçbiri yardım edemez. Anlıyorum ki; malın, servetin, evladın ve akrabanın insana bir yararı yok, hepsi boşmuş. Şüphe yok ki benim için Allahu Teala’dan başka yardımcı ve sığınak yoktur. O’ndan başka her şey faydasızdır, kalbimden O’ndan başka her şeyi silmem ve yalnız O’na yönelmem gereklidir. O’nun dışındaki şeylere de ancak O’nun izniyle yönelebilirim. Ben ancak Allah ( c.c) lütfuyla, Sadatın ve mürşidimin himmeti ile bu dünyadan imanla ayrılabilirim ve şu anda kelime-i şehadeti getirerek son nefesimi imanla veriyorum. Ruhum bedenimden ayrıldı. Şimdi elbiselerimi soyuyorlar, ama günahlarım hala üzerimde görünmez elbise gibi duruyor. Malım, servetim, evladım, akrabalarım ne olur günahlarımı da soyun! Hayır, yararı yok. Benim Allah-u Teala’ya yönelmem lazım, ancak O’na yalvarırsam günahlarım affolur. Şimdi de cesedimi yıkamaya götürdüler, yıkadılar, kefenliyorlar. Gerçi bedenimi yıkadılar ve örttüler, fakat günahlarımı temizleyemediler ve örtemediler. Günahlarım yine benimle beraber kaldı. Malımın, evladımın ve akrabamın yine faydası yok. Ancak Rahim olan Allah-u Teala’nın (c.c) affetmesi ile günahlarım temizlenebilir ve örtülebilir. Sonra tabutumu aldılar, musalla taşına koydular. Cenaze namazımı kıldılar. Akrabalarım ve namazımı kılanlar günahlarımın bağışlanması için dua ettiler. Ancak duayı kabul edecek olan Allah ( C.C.)’tır. Dilerse kabul, dilerse red eder. Bu duruma akraba ve evladımın etkisi yoktur. Yine beni insanlar omuzlarına aldılar, cenazemi taşıyorlar, fakat günahlarımı üzerimden taşıyamazlar. Sadece Allah (c.c) günahlarımı üzerimden kaldırabilir. Beni şimdi kabir denen karanlık çukura koydular. Yalnız başıma korkunç ve karanlık yerde Münker ve Nekir meleklerinin sorularıyla baş başa kaldım. Hiçbir yardım edenim yok, ne akraba, ne dost, ne evlat, ne de mal. Ancak ve ancak Alemlerim Rabbi olan Allah-u Teala’nın (c.c) sevgisi, şefkati ve merhameti beni bu durumdan kurtarabilir. Onun dışında her türlü sevgi ve bağlılık boştur.” Talip yukarda anlatıldığı gibi düşünmekle her şeyden ilgisini keser. Sadece Allah-u Teala’nın (c.c) emrettiği ve izin verdiği en önemli gereksinimlerini elde etmek için görevine döner. Bu anlatılan ölüm rabıtası tarikat yolunda zikirden önemlidir. Çünkü bu sayede insan masiva (Allah ( c.c) dışındaki her şey ) ile ilgisini kesebilir. Yoksa ölümü düşündürmenin amacı müridi korkutmak değildir. Gerçeği bilenler Nakşibendi Tarikatı’nın yüce gayesinin ve temelinin muhabbetullah ( Allah sevgisi) olduğunu belirtirler. Yeni başlayanların ölüm rabıtasından ve ölümü düşünmekten korkmaları Allah ( c.c) sevgisine engeldir. Cenab-ı Hakk’tan başkasına yönelmek kör nefsin hırsı ve hatası sonucu olur. Halbuki esas amaç Cenab-ı Hakk’a yönelmektir. Yönelmeye layık tek varlığın Allah-u Teala ( c.c) olduğunu anlayan mürit, bu durumun gereği olarak başka şeylerden yüz çevirerek O’na yönelir. O’nun en fazla sevilmesi gereken varlık olduğuna inanır, O’nun sıfatlarının bilmek ister ve O’na kavuşmayı aşırı arzu eder. Sevgi; O’nu görmeyi, O’nun boyasıyla boyanmayı ve O’nunla buluşmayı gerektirir. Bu da ancak sıfatların öğrenilmesi ve O’nu çok sevmekle gerçekleşebilir. Marifet, Allah-u Teala’yı (c.c) bilmek ve O’nun ahlakıyla ahlaklanarak sıfatlarının tam olarak hissedilmesidir. Böylece Hakk’ın sıfatları müride yansır, herhangi bir günah tehlikesi anında O’nun azabının şiddetini şüphe etmeksizin içinde duyar. Bu da nefsinin dizginlemesine yol açar. Büyük günah işleyince ümitsizliğe düşmez. O’nun rahmet ve suzluğuna inanır. İyi halleri ve ibadetleriyle böbürlenmez ve kendinde varlık görmez. Bu hallerin gerçekleşmesi ancak taklidin dışında kamil ( olgun) imanla ve imanın ilmel yakin derecesine ermesiyle olur. ( Bu taklitten; ilme; duygularla hissetme hak ve hakikat’e erme ve bulma derecesidir.) Cenab-ı Hakk’tan (c.c) başkasına yönelen ve gafletle zikreden kişinin imanı kuru taklitte kalır muhabbet ve marifet’i elde edemez. Bundan dolayı insan kamil, mükemmel, arif ve bilgili bir şeyhe bağlanarak tarikata girmeli ona uyarak yol almalı, marifet ve muhabbet elde ederek ilahi hakikatlere kavuşmaya çalışmalıdır. 8. Mürşit Rabıtası : Bir şeyhe bağlanmak onu sevmek ve onunla ilgilenmek vacibdir. Böylece mürit geçek sevgiye ve marifet’e yükselmeye güç bulur. Bunun için Nakşibendi büyükleri rabıta usulünü koymuşlardır. Rabıta kalbi tam sevgi ve cezbeyle üstada bağlamaktır. Ruhen ve kalben üstada bağlanan mürit onun hoşnut olduğu şeyleri bilerek veya sadece yönlendirmesiyle nefsinin arzularının bırakmayı başarır. Rabıta’da mürit kabul edilme ve reddedilme korkusuyla davranmalıdır. Üstadını yücelterek ve heybetle düşünmelidir. Şeyh rabıtasıyla ortaya çıkan durumlar ilerde açıklanacaktır. Mürid üstadının devamlı düşünür; kendisinin kabul edileceğini veya reddedileceğini tam olarak bilemediğinden sıkıntı ve ızdırap içinde adeta hasta gibi uyur. Yani ne tam emin olur ne de aşırı korkar. Yukarıda açıklanan sekiz şart müridin dinlenebilmesi için gece yerine getirilir. Gündüz teveccüh başlayana kadar da bir şey yenilip içilmez. Müjde ve sıkıntıyla yorumlanabilecek bir rüya görme ümidiyle istihareye niyetlenerek uyunur. Rüya görürse teveccühten önce üstadına anlatır. Gördüğü rüya ve uykusundaki sıkıntılı veya ferah hali müridin mizacını ve eğitim yeteneğini belirler. Buna göre de uygun ders verilir. Teveccüh ve kalp durumlarıyla ilgili edepler müride öğretilir; kendinden önce halkaya girenlerden ayrı olarak sağ ayağını sol ayağının altına koyup, sağ kalçası üzerine oturması bildirilir.

Akaid nedir?

Hakkari'de 1983 Yılında Bulunan Barnabas Nüshası

1983′te Hakkari civarında bir mağarada, İsa Peygamberin konuşma dili olan Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi ile yazılmış ceylan derisinden bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına kaçırılmak istenirken kaçakçıların yakalandığı ve kitabın bir yerde muhafaza edildiği ifade edilmektedir. Kitabı bulanların, kitabın içeriğini anlamak amacıyla, Aramice Uzmanı Filolog Hamza Hocagil'e kitabın ilk sayfasını getirdikleri, Hocagil'in tercüme ettiği sayfaya göre bu kitabın Barnabas İncili olduğu ve aşağıda bulunan incil metninin girişine benzer ifadelerin bu sayfada yer aldığı detayları verilmektedir. (bk. İlim ve Sanat, Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94).

Pavlus Öğretileri ve Resmî Roma Hristiyanlığı
Paulus=Pavlus=Pavlos=Bolis, Tarsus’lu Saul MS 10-67 yılları arasında yaşadı. Pavlus Roma Yurttaşlığı’nı kazanmış yahudi bir aileden geliyordu. Bu nedenle hem Yahudi adı Saul’u hem de Romalı Adı Pavlus’u kullanıyordu. Yahudi önderi I.Gamalyel dönemi’nde Kudüs’de hahamlık öğrenimi gördü.
İlk dönemlerinde bağnaz bir Ferisi (-yahudi din adamı-) olarak Hristiyanlığı Yahudilik karşısında büyük bir tehdit saydığı için Kilise Üyeleri’ne yönelik kıyımlarda, yüzlerce inananın öldürülmesinde etkin roller oynadı.
Daha sonraları, «inananların peşine düşerek Şam'a giderken yolda İsa’nın görüntüsü’yle karşılaştığını, böylece tevbe ettiğini» iddia etti. İddiasını doğru kabul eden hristiyanların arasında yaşadı. Kısa bir süreç ardından ise bir topluluğun lideri haline gelerek inananlar arasında önemli ayrışmalara neden oldu. Dini yahudi olmayanlar arasında yayması farklı yönlerinden birisidir.
Hristiyanlığın bir Yahudi Mezhebi olmaktan çıkıp bir Roma Dini’ne dönüşmesine belirleyici katkı’da bulunan kişidir Pavlus. Yeni Ahid’in yaklaşık 1/3 ünü oluşturan mektupları günümüze ulaşmış en eski Hristiyan Metinleri’dir ki bugünkü Hristiyan İlahiyatı’nın temellerini oluşturur. Yeni Ahid’deki Resullerin İşleri Kitabı’nın yarıdan çoğu Pavlus’un etkinlikleri’ni aktarır.
Romanın resmî dini haline gelen hristiyanlık pavlus'un takipçilerinin dini anlayışını yansıtır. Roma kilisesi=Pavlus kilisesi, tevhide (Allah'ın birliği inancı) inanan ya da buna yakın diğer hristiyan mezhep ve topluluklarını ortadan kaldırmak için mücadele etmiş. Bu uğurda afaroz (dinden atma) ve ölüm cezaları uygulamış ve bunlarla korkutmuştur

3.İsa'nın harika doğuşu ve Allah'ı Öven meleklerin görünüşü

Bu sıralar, Kayser Avgustos'un buyruğuyla, Yahudiye'de Hirodes hüküm sürüyor ve Arma ve Sayfa şehirlerinde de Pilotus vali bulunuyordu. Bütün dünya kütüklere kayıt yaptırmakta olduğundan, herkes kendi memleketine gidiyor ve kayıt için kendi kabileleriyle kendilerini takdim ediyorlardı. Bu nedenle Yusuf Sezar'ın buyruğuna göre kayıt yaptırmak için, Beytlehem'e (burası, Davut soyundan gelme olduğundan kendi kentiydi) gitmek üzere kadını hamile Meryem'le birlikte Galile'nin bir kenti olan Nasıra'dan ayrıldı. Beytlehem'e varan Yusuf burası çok küçük ve yabancılarla dolu bir kent olduğundan, kalacak yer bulamayıp, kent dışında bir çobanın sığınağı olarak yapılan bir odayı tuttu. Yusuf burada kalırken, Meryem'in de doğum günleri gelmişti. Bakire oldukça parlak bir nurla kuşatıldı ve hiç sancısız çocuğunu doğurdu, kucağına alıp kundağına sardı ve yemliğe yatırdı; çünkü odada hiç yer yoktu. Bir çok melek, Allah'ı takdis edip, Allah'tan korkanlara salât ve selam getirerek sevinç içinde odaya geldiler. Meryem ve Yusuf Rabb'e İsa'nın doğumundan dolayı hamd ve senada bulundular ve sonsuz bir neşe ile çocuğu doyurdular.

6. Yahudiye'nin doğusundaki bir yıldızın yol göstermesiyle gelip, İsa'yı bularak, saygı ve hediyeler sunan üç müneccim

Yahudiye kralı Hirodes'in egemenlik günlerinde, İsa'nın doğumu sırası doğu bölgelerinde üç müneccim gökteki yıldızlan gözlüyorlardı. Nihayet kendilerine çok parlak bir yıldız göründü; bunun üzerine, aralarında karar vererek önlerinden giden yıldızın kılavuzluğunda Yahudiye'ye geldiler ve Kudüs'e varıp Yahudilerin kralının nerede olduğunu sordular. Hirodes bunu işitince korktu ve bütün kenti tedirginlik kapladı. Bunun üzerine, Hirodes kâhinleri ve yazıcılar (kahinler-yazıcılar:yahudi din adamları) toplayarak, «Mesih nerede doğması gerekir?» diye sordu.
«Beytlehem'de doğması gerekir. Çünkü, Peygamber tarafından şöyle yazılmıştır: «Ve, sen Beytlehem, Yehuda reisleri arasında küçük değilsin, çünkü senden kavmim İsrail'e önder olacak bir lider gelecektir» diye cevap verdiler.
Hirodes bunun üzerine müneccimleri toplayarak, gelişlerini sordu. Doğuda kendilerini bu tarafa getiren bir yıldız gördüklerini ve hediyelerle gelip, yıldızın bildirdiği bu yeni Kral'a tapınmak istediklerini söylediler.
Ardından Hirodes şöyle dedi: Beytlehem'e gidin ve bütün dikkatinizle çocuğu araştırın; bulduğunuz zaman gelin ve bana söyleyin, çünkü, ben de seve seve gelecek ve ona secde edeceğim. Ve o yalandan böyle konuştu.

Barnabas İncili'nin Dikkat Çekici Yolculuğu

İmparator Zeno'nun yönetiminin dördüncü yılı olan M.S. 478'de Barnabas'ın mezar ve kalıntıları keşfedilmiş ve kendi eliyle yazılmış İncili'nin bir nüshası göğsünün üzerinde bulunmuştur. Bu olay, 1698'de Antwerp'de yayınlanan Acta Sanctorum, Boland Junii, Tome II, sayfa 422-450'de geçmektedir...
Barnaba încili'nin, buradaki metne de kaynaklık eden, İngilizce çevirisine esas olan el yazması Papa Sextus'un (1589 -1590) elindeydi. O'nun, kendinden pek çok alıntılar yapmış olan Iraneus'un yazılarını okuduktan sonra Bamabas încili'ne büyük ilgi duyan Fra Marino adında rahip bir arkadaşı vardı. Bir gün bu rahip Papa'yı görmeye gitti. Birlikte öğle yemeği yediler ve sonra Papa uykuya daldı. Peder Marino Papa'nın özel kütüphanesindeki kitapları karıştırmaya başladı ve Bamabas İncili'nin İtalyanca bir el yazmasını ele geçirdi. Bunu cübbesinin yenine gizleyerek oradan ayrıldı ve kitapla birlikte Vatikan'dan çıktı. Sonra bu el yazma elden ele dolaşıp, nihayet Amsterdam'da, «hayatı boyunca bu parçaya büyük bir değer verdiği sık sık işitilen büyük bir isim ve yetkiye sahip bir kişi»ye ulaştı. Onun ölümünden sonra, Prusya Kralı'nın danışmanlarından John Frederick Cramer'a geçti. 1709'te Cramer bu el yazmayı ünlü 'kitap kurd'u saray prensi Eugene'e sundu. 1738'de kitap, Prens'in kütüphanesiyle birlikte Viyana'da Hofbibliothek'e geçti ve hâlâ oradadır...
Erken kilise tarihçilerinden önemli bir zat olan John Toland, bu yazmayı incelemiş ve ölümünden sonra 1747de basılmış olan muhtelif çalışmalarında ona atıflarda bulunmuştur. İncil hakkında şöyle der: «Bu, tıpkı kutsal bir kitap görünümündedir.»
İtalyanca elyazma Canon ve Bayan Beggo tarafından İngilizce'ye çevrilerek, 1907'de Oxford Üniversitesi Basımevi tarafından basılıp yayınlandı. Bu İngilizce çevirinin hemen tüm nüshaları birden ve esrarengiz bir şekilde piyasadan kayboldu.

Bir anlatıma göre, Barnabas İncili'nin basımından habersiz olan Vatikan yayım satım gününden hemen önce haberdar olunca acilen aldığı bir kararla kitabın satıma sunulacağı her kitapçının önünde yüzlerce kişilik kuyruklar oluşturularak tüm basımların alınıp imha edilmesi şeklinde rahip ve rahibelere talimat vermiş. Sonrasında gücünü kullanarak kitabın yeni baskılarının yapılmasının önüne geçmiş.

Ancak, bu defa bazı kütüphanelere dağıtım öncesi gönderilen basımlar gözden kaçmış. Bugün için, biri British Museum'da, diğeri Washington'da Kongre Kütüphanesi'nde bulunmak üzere, 1907 tarihli ingilizce basımın yalnızca iki nüshası biliniyor. Bu tarihten sonraki ilk baskı ise 1979'da gerçekleşti. Kongre Kütüphanesi'ndeki nüshanın mikrofilm kopyasını alan pakistanlı müslüman bir araştırmacının sayesinde, 72 sene sonra kitabin yeni bir baskısı yapılabildi..(-Jesus, A Prophet of islam, Londra, 1979, s : 39 - 42).

NEFSİN SIFAT ve MERTEBELERİ

  Kur'an-ı Kerim'de üç yüze yakın yerde “nefs” kelimesi geçmektedir. Bu kelime, filozoflar, kelâm, fıkıh ve tefsir âlimleri tarafından muhtelif manalarda kullanılmış; ruh, can, kalp, ceset, benlik, bir şeyin hakikati, özü ve bütünü gibi yirmiyi aşkın mana verilmiştir. Aslında nefsin mahiyeti tam olarak kelimelere dökülemeyecek kadar derindir. O yüzden nefsi en iyi kavrayanlar kâmil velilerdir.   Rabbanî âlimlerin tariflerinde nefs: “Kula ait illetli vasıfların kaynağı, kötülüklerin membaı ve içten vuran özelliği ile ruhun asıl âlemine yükselmesine mani olan tabii kuvvet” şeklinde tanımlanmıştır.  Hak yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir. Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır “Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?”  [1] ayeti, nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir. İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır.   Bilmemiz gerekir, nefs bütün kötülüklerin başıdır. Âlimler, veliler, nefsin şerrinden Allah’a sığınmayı, şeytanın şerrinden sığınmaktan yetmiş derece daha lüzumlu görmüş ve Allah’a sığınmışlardır. Çünkü şeytan bazı şartlarda insanı terk eder. Allah’a takva ile yaklaşan kullara şeytan bir şey yapamaz. Ama nefs-i emmare öyle değildir. Hayatı boyunca insanın peşini bırakmaz. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuşlardır:         وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنْ الْهَوَى فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَالْمَأْوَى                                                                           “Ama kim Rabbinin makamından korkup da nefsi hevadan nehyetmişse, varacağı yer muhakkak cennettir.”[2]   Nefsi nehyedeceğimiz, yasaklayacağımız bu heva nedir? Müfessirler şöyle mana vermişler: Nefsin hevası, ahirete hiçbir faydası olmayan, sadece dünyevî menfaatler için nefsin lezzet duyduğu, haz duyduğu her şeydir. Dünya lezzetleri için olan şehvet ve gazap hisleridir. Bunun için kim nefsini dünyanın lezzet ve şehvetinden men ederse muhakkak varacağı yer cennettir.   Yemeden, içmeden, giyinmeden hacet miktarınca dünyadan istifade etmeden yaşamak mümkün değildir. Ama bu zaruret miktarının dışına nefsin şehvet ve gazap duygusu tesiriyle çıkarak kudsî vazifeyi unutmak hevadır.[3]   Menkıbe Cafer b. Süleyman, Osman'dan naklediyor: Ebu Zer bir yerde konaklamış dinleniyordu. "Ne istiyorsun, ey Ebu Zer?" diye sordum. Ebu Zer; "Uyuyacak bir yer arıyorum. İşte şu nefsim var ya, o bir binek­tir. Ona iyi davranmazsam, beni taşımaz" dedi.[4] Yani dengeyi korumak ve nefis atına ihtiyaç miktarınca yem vermek.  Fahr-i Cihan s.a.v. bir hadisi-i şerifinde “Nefsini bilen Rabbi'ni bilir” buyurarak, kişinin Rabbi'ne hakiki kul olabilmesinin yolunun, nefsini tanımasından geçeceğini ifade etmiştir.   Her nefs terbiye edilerek salih bir karakter kazanabilir. Hadis-i şerifte beyan edildiği üzere, “Her insan bir fıtrat üzere doğar. Sonra annesi babası onu yahudileştirir, hıristiyanlaştırır, mecusileştirir.”[5] Bu mukaddes haberin işaretinden de anlaşılıyor ki, insanlar çevrelerinin etkisiyle hayır ve şer istikametlerinde yönlendirilebilir. Bu itibarla nefs terbiyesinin lüzumu ve önemi açık bir şekilde anlaşılmaktadır.   S. Abdülhakim Hüseynî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Nefs, iki başı olan kırkayağa benzer. Bir başı alnının ortasındadır. Öbürü de karnının altındadır. Alnı ortasındaki nefis vücudun baş ve gövde kısmına hükme­der. Gözler, kulak ve aklın birçok meseleleri onun tesirinde kalır. Karnın altındaki nefsde bulunduğu mıntıkaya hükmeder.” [6]   Nefs ve şeytan faydalı birer alet mesabesindedir. Tıpkı ateş veya bıçak gibi. Ateşi evimizi ısıtmakta, yemeğimizi pişirmekte, etrafımızı aydınlatmakta ve daha birçok faydalı işlerde kullanırız. Ama dikkat edilmezse ateş insanın evini yakar. Bıçak elini doğrayabilir. Fakat kimse ateş evimi yakar, bıçak elimi doğrar diye bunları kullanmaktan vazgeçmez. Aynen bunun gibi, nefsin sayısız faydaları, yanlış kullanıldığı takdirde de büyük zararları vardır.     Menkıbe Bir Allah dostu şöyle sohbet etmiş: “Eski devirlerde bir adam varmış. Yetmiş sene durma­dan ibadet etmiş. Oruç tutmuş. Cumartesiden cumartesiye iftar edermiş. Bir gün yüce Allah'tan bir dilekte bulunmuş. Fakat kabul edilmemiş. Bunun üzerine nefsine demiş ki: Senin uğursuzluğun yüzünden dileğin kabul edilme­di. Eğer sende hayır olsaydı mutlaka isteğin olurdu! Adamın nefsi hakkındaki bu samimi sözleri üzerine yüce Allah insan suretinde bir melek göndermiş. Melek de şöyle demiş: Ey Âdemoğlu! Samimi olarak şu bir anlık nefsini kö­tülemen, yetmiş yıllık ibadetinden daha hayırlıdır.[7]   Ebû Süleyman ed-Dârânî (rah) şöyle derdi: ‘’Nefse ait arzulardan birini terk etmek, kalbin ıslahı için bir yılı oruç ve ibadetle geçirmekten daha faydalıdır.”[8]   Nefsin Mertebeleri Emr Âlemi’nden rabbanî bir lâtife olan insanî nefs, sıfatlarına göre farklı isimler alır. Hayvanî nefsin tesirinden uzaklaştıkça sıfatı değişir, mertebesi de yükselir. Nihayet tamamen billurlaşıp Rabbi'ne vasıl olur. İnsan, aşağıda ismi geçen mertebelerden sadece birinde olabilir. Üst mertebelere yükselebildiği gibi, geri de düşebilir.   Nefs-i Emmâre: Kötü his ve huyları, çirkin vasıfları barındırır. Şehvet düşkünü hayvanî nefsin hükmü altında olmakla, hayvanların yoluna girmiştir. Kötü işleri güzel görür. Hesap ve ahiret derdi yoktur. Sadece keyfini düşünür. Bu nefsin eserinden kibir benlik, hırs, şehvet, kıskançlık, cimrilik, kin, intikam, hiddet gibi huylar çıkar. Allah'ın düşmanıdır. Hadis-i kudside:“Nefsine düşmanlık et, çünkü o benim düşmanımdır.” buyrulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Yusuf a.s.'ın diliyle: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder“[9] buyrulmaktadır.   Bu nefsin bütün huyları bir kişide toplanırsa, o kişi şeytanların mertebesine düşer. Nefs-i emmarenin sahibi, ya fasık, ya münafık ya da kâfirdir. İtikadı düzeltmek, samimi tövbe ve terbiye ile tedavi olur. Tezkiye edilmezse, cehennem ateşiyle temizlenmesi kaçınılmazdır.   Menkıbe Hz. Şuayb a.s.'a soru soran bir kişi: Ben her türlü günahı işliyorum, Allah beni cezalandırmıyor, demişti.  Allah Teâlâ’da Şuayb a.s.'a şöyle buyurmuştu: Ey peygamber! O kimse günah işleyip duruyor. Günahlarından ötürü kederlenmiyor, vicdan azabı duymuyor. Günah günahı artırırken pişman olup tövbe etmiyor. Bu, benim ondan uzaklığımın, onu muaheze ettiğimin, cezalandırdığımın alameti değil midir? [10]   Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefstir. Nitekim Allahu Teâlâ: “Nefs-i Levvâme'ye (kendini kınayan nefse) yemin olsun ki”[11] buyurmuştur. Bu nefs sahibi, günah işlediğinde pişman olup tövbe eder, kendisini kınar, yapmamak için karar verir. Fakat günah önüne gelince duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur. İyilik ve kötülük arasında gider gelir.   Kendini beğenme, çekişme, gizli riya, makam ve şehvet tutkusu gibi nefs-i emmârenin bazı vasıfları bu mertebede de bulunur. Fakat nefs hakkı hak; batılı batıl görür. Yine bilir ki, bu sıfatlarla huzurdan uzaktır. Fakat onlardan kurtulamıyor. Bu mertebede nefs ve şeytan birleşip vesveseyle kalbe saldırırlar. Tedavisi rabıta ve zikirdir.   Nefs-i Mülhime: Allahu Teâlâ nefsin isyan ve itaatini vasıtasız ilham ettiği için bu makamda nefsin adı mülhime olmuştur. Nitekim Kur'an'da : “Sonra da o nefse isyan ve itaati ilham edene yemin ederim”[12] buyrulmuştur. Nefs, tevbe, zikir, rabıta ve mücahedeyle günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulunca, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır. Devamlı olarak kâmil mürşidden kalbine ilhamlar gelir. Bu mertebede hayvanî nefs tamamen ıslah olur. Haramdan kaçar, hayırlara koşar. Ruhunda ilâhi aşk ateşi parlamaya başlar. İlim, tevazu, yumuşaklık, kanaat, mertlik, sabır, belaya tahammül gibi, güzel hasletler belirir. Fakat şeytan ona açık ve bariz bir şekilde saldırmaya başlar. Kendini ve amellerini beğendirir, insanları küçük ve değersiz gösterir, ümitsizliğe düşürür, Allah'ın azabına karşı ona emniyet hissi verir. Bu makamda mürşidin himmeti olmazsa tehlikeye düşebilir. [13]   Diğerleri ise; nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye, nefs-i merdiyye, nefs-i sâfiye mertebeleridir ki bunlar ehlullahtaki mertebelerdir.   Menkıbe Mecnun bir keresinde Leyla'nın aşkı ile iyice kararsız kalmıştı. Leyla'ya gitmek için bir deve satın aldı ve yola çıktı. Uyumayı ve dinlenmeyi terk etti, epeyce yol aldı. Leyla'nın bulunduğu şehre yaklaştığı zaman, "Artık sevgilimin şehrine yaklaştım" dedi; kalbi rahatladı, biraz gevşedi. Bu sırada kendisini uyku bastı, uyudu. Devenin geride "Kuşek" adında bir yavrusu vardı. Ondan zorla ayrılmıştı. Aklı fikri hep ondaydı. Mecnun'un uyuduğunu fark edince, hemen yönünü çevirdi ve süratle yavrusuna doğru yol aldı, Kuşek'ın yanına vardı. Mecnun uyandı ki gittiği yol geri gelmiş.   Tekrar yola çıktı, Leyla'ya tam, kavuşacakken yine biraz dalıverdi. Deve yavrusunun derdindeydi. Hemen yönünü çevirip yavrusuna koştu. Mecnun Kuşek yüzünden bir türlü Leyla'sına kavuşamıyordu. Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve başıma bela oldu diye en sonunda deveyi terk etti, Kuşek ile baş başa bıraktı. Leyla'sına tek başına gitti. Hak yolunda nefis deve yerindedir. Kul onunla Hakk'a yol alacaktır. Ancak onun gerideki arzu ve beklentileri yok edilmezse, gözü hep arkada kalır, ilk fırsatta soluğu orada alır. Tam tövbe edilmeyen günahlar, nefsin kuşekidir.[14]                         Bu misalle nefsimize bakarsak, nefsin zatı Allah'ın azametini idrak edecek kabiliyettedir. Yaradılışında eksiklik yoktur. Nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye, nefs-i merdiyye, nefs-i sâfiye gibi ehlullahın en yüksek mertebelerini hâvi olan nefsler, Allah'ın azametini idrak etmiştir. Ama emmâre, levvâme, mülhime gibi bizim sıfatlarımız ârızî vasıflardır. Eğer bizler seyr u sülûk ile ârızî vasıflarımızı tamamlar, hastalıklarımızı tedavi ile aslî suretlerine çevirebilirsek, tasavvufî hayatı yaşamış oluruz. Böylece yüksek sıfatlar kazanabiliriz.    Allah Teâlâ Kur'an-ı Hâkim’de “Biz insanı en güzel surette yarattık.” buyurmaktadır. Bu yüzden insan Allah'ın emir ve yasaklarına uyduğu kadar âlî, Allah'ı unuttuğu kadar asi olur.  Hâtim-i Esam (r.ah) şöyle der: “Nefsimin istekleri ayak bağım, ilmim silahım, günahım hüsranım, şeytan ise düşmanımdır. Bu sebeple nefsimin arzularına aykırı davranır, ona tâbi olmam.’’[15]        Menkıbe Mevlânâ Câmî (k.s) bir gün bir kimseye, "Ne iş yapıyorsun?" diye sordu. O da, "Hamdolsun huzurluyum. Sıhhat ve afiyette bulunduğum halde dünyayı terk ederek bir köşeye çekildim. Cenâb-ı Hakk'ın zikri ile meşgul oluyorum" dedi. Mevlânâ Câmî buna cevap olarak, "Huzur ve afiyet bu değildir. Huzur ve afiyet, insanın nefsinin emmârelikten kurtulup, itminana kavuşmasıdır. Nefsi itminana kavuştur da ister sakin bir köşede otur, isterse insanların arasında"[16] buyurdu.   Nefis tezkiyesi; onu küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış itikatlar, fena ahlâklardan temizlemektir. Kısacası İslâmiyet’e aykırı her türlü itikadı, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu suretle ruhun hükümranlığına imkân sağlamaktır.   Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddi bir gayretle seyrü sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binaen "cihad-ı ekber" kabul edilmiştir. Nitekim bu tabiri Hz Peygamber (s.a.v) pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifade ederek ashabına,"Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" buyurmuşlardır. Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin başından sonuna kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Kat edilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsait değildi. Meyvelerin toplanacağı hasat mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir düşman ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. 30.000 kişiyi aşan sahabe ordusu, 1000 km. gitmiş ve geri dönmüştü. Medine'ye yaklaşırken âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hal böyleyken Resûlullah'ın (s.a.v) söylediği bu sözün hikmetini merak eden bazı sahabiler, hayretler içinde,   "Yâ Resûlallah! Halimiz meydanda, bundan daha büyük cihad olur mu?"dediklerinde Hz. Peygamber (s.av),   "Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktasınız" buyurdu. Ashap, "Ey Allah'ın Resülü, büyük cihad nedir?" diye sorunca, "Büyük cihad, Allah'a güzel kulluk için nefsinizle vereceğiniz mücadeledir"[17] buyurdu.   Hz. Peygamber (s.a.v) bu konuya şöyle dikkat çeker: "Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki o iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur. O bozuk olursa bütün beden bozuk olur. Bilesiniz ki o, kalptir." [18]   Bu kalbi gafletten uyandırmak, kötü sıfatlardan arındırmak, nefsin esaretinden kurtarmak ve Hak Teâlâ'nın zikri ile huzur bulduğu bir hale getirmek dünyanın en mühim, en zor ve en gerekli işidir. Bu işe büyük cihad denir. Onun büyüklüğü alanı, zamanı ve düşmanından kaynaklanır. Bu cihad, insanın içini ve dışını yani bütün hayatını içine alır. Bu cihad, buluğ çağından başlar, son nefese kadar bir ömür boyu devam eder. Hedefteki düşman devamlı kötülüğü emreden nefisle şeytandır.   Menkıbe Seyyid Hasan Şazelî k.s. hazretleri bir arkadaşı ile bir mağaraya girdi. Gayeleri nefslerini ıslah etmekti. Ancak mağarada halvette ibadetle meşgul iken birbirlerine şöyle diyorlardı:  “Muradımıza nasıl erer, nasıl keşif ve keramet sahibi oluruz? Ulu makam ve mertebelere nasıl ulaşırız?” Onlar böyle konuşurken mağaranın kapısında bir ihtiyar peyda oldu. Selam verdi, aldılar. Ona kim olduğunu sordular. Şöyle cevap verdi: Ben Allah’ın kullarından biriyim, ismim Abdülmelik. Hayırdır, niye geldin? Size hayret ettim, ondan geldim. Bizim şaşılacak ne halimiz var? Mağaraya nefsimizi, benliğimizi yok etmeye geldik. Hayır, siz mağaraya nefsinizi azdırmaya girdiniz. Ne gün evliya oluruz, ne gün gökte uçar, denizde yürürüz... Bunları konuşuyorsunuz. Mağarada olanın gayesi bu olmamalı. Ne zaman Allah’ın rızasını buluruz, Allah düşmanı nefsimizi ne zaman ıslah ederiz, kötü ahlâktan nasıl kurtulur, güzel ahlâkı nasıl kazanırız?.. Amacınız işte bu olmalı. Fakat sizin gayeniz bunlar değil. Bu sözler üzerine tevbe istiğfar ettiler. İşte, halis niyet ile o zat, bir tasavvuf büyüğü olan Hasan Şazelî hazretleri oldu.   Kişi abid olsa, mağaraya girse, mağara nefsini yok etmiyorsa, çirkin sıfatlardan kurtarmıyorsa ibadetinin faydası yoktur. Gayesine ulaşamaz. Demek ki âlim, ilmi arttıkça kendi varlığını yok edecek. Abid, ibadeti çoğaldıkça hiçliğe, yokluğa; tevazu, vakar, merhamet ve doğruluğa erecek. Kibri ve kendini beğenmeyi terk edecek. Herkesin derecesine göre ilmi ve ibadeti vardır. Dolayısıyla herkes kendini kontrol etmelidir.[19]     Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî (k.s) anlatıyor: Büyüklerden birinden, “Senin en inatçı düşmanın, iki yanın arasında bulunan nefsindir” [20] anlamındaki hadisi açıklamasını istedim. Şöyle cevap verdi:   “Bunun manası şudur: Herhangi bir düşmanın hediye, ikram ve iltifatla dostluğunu kazanmak mümkündür. Fakat nefis öyle bir düşmandır ki okşadıkça kabarır, şımarır, hürmet gördükçe serkeşliği artar, daha fazla azgınlığa düşer.” [21]   Muhammed b. Hanî k.s. hazretleri şöyle buyurmuştur: “Ey kardeşim! Bir kâmil rehberin terbiyesine gir ve doğru yola koyul. Ona hizmet et. Amellerine dikkat et. O seni nefsinin işlerinden Allah Rasulü'nün ve sahabelerinin ahlâk ve ameline çevirmek istiyor. Bu uzun bir yolculuktur; sen bunu kısa sanma. İnsanın nefsi terbiye olmadıkça, Allah Rasulü'nün ve sahabelerinin ahlakıyla boyanamaz. Ve yine nefis, dünya işlerini mazeret göstererek seni menzil-i maksuda ulaştırmaz. İlmin ne kadar olursa olsun, sana bir gurur verir. Nefsin, hile ve tuzaklarıyla seni bekler. Nice büyük ulema ilmiyle mağrur olmuş, bu gizli tehlikeyi göremeyerek zarara uğramışlardır.” [22]   Biz kendi aklımız ve tedbirimizle nefsimizdeki bu noksanlıkları, kusurları v.s hastalıkları gideremeyiz. İsteriz fakat beceremeyiz. Bizim de kalbimizi gaflet uykusundan uyandıracak ve nefsimizi hayırlara karşı coşturacak bir saadetli ele ve o elin çekeceği rahmete ihtiyacımız var.   Allah Rasulü (s.a.v), nurlu halkasında bulunduğu halde nefsine karşı zayıf düşenleri bu şekilde ilâhî nur, manevî nazar, samimi dua ve sevgiyle destekleyip, kalplerini ihya, hallerini ıslah ediyordu. Dünya sevgisine ve nefsinin keyfine mağlup olmuş biz de, o nuru taşıyan bir gönülden nur çekip boş korkularımızı dindirmeliyiz.[23]   İbn Acîbe el-Hasenî (k.s) hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: ‘’Hz. Peygamber’in s.a.v. usul ve yolu üzere terbiye veren kâmil mürşidlerin hali, insanlara aynı derecede yönelmek ve onların tabiatında değişim gerçekleştirmektir. Onlar, (Allah’ın izniyle) günahkâr kimseyi itaatkâr, kâfiri mümin, gafili zakir, cimriyi cömert, kirliyi temiz, kötüyü iyi, cahili ârif yaparlar. Bu şekilde insanların kimyasını (mizacını) ve halini değiştirirler; çünkü onların yanında bunun iksiri vardır. Bu iksir, varlığın kimyasını ve tabiatını değiştirme özelliğine sahip olan ebedî aşktır.’’ [24]   Bu temizlik rahmet ve nur ile olmaktadır. Bir arifin irşad dairesine giren kimse, bu nurdan ve rahmetten bolca nasiplenir ve edeblenir.   Ebû Süleyman Davudî İskenderî k.s. hazretleri ise: ‘’Bir Allah dostunun peşinden, isterse, bir adım olsun gitmen; Kendi boş arzunla, nefsine göre, yüz bin fersah yürümenden daha hayırlıdır. Allah dostu bir zattan tek bir kelime işitmen ve yanında bir lâhza kalman; senin için, babanın ve zâhiri öğretmenin yirmi yıl terbiye öğretmesinden daha yararlıdır. Çünkü Allah dostu senin ruhunu, öbürleri dış yapını terbiye eder’’[25] buyurmuştur.   Kısacası her işin ve yolun kolay bir tarafı vardır. Kalbi tasfiye ve nefsi terbiye etme noktasında en kolay ve en güzel yol Allah dostlarına tabi ve teslim olup onların gösterdiği yol ve hal üzere gitmektir. Mevlana k.s. hazretlerinin buyurduğu gibi: ‘’Peygamberler ve onların vârisleri, yani kâmil mürşitler, insanlık peçesi ile örtülmüş bir güneştir. Onların himayesine sığın ki seninle bin pazarlık yaparak sana düşmanlık eden nefsinin elinden kurtulasın! Senin bu hareketin, senin için bütün ibadet ve taatlerden daha faziletlidir. Bunu yapmakla ileri gitmiş olanları çoktan geçersin.‘’[26]   Allahü Teâlâ bizleri Sadat’ın himmet ve bereketiyle Allah dostlarına hakiki manada tabi olup nefsini ve Rabbini bilen kullarından eylesin inşallah. Âmin.

Menzil'e Giden avukatlar nasil tovbe etmisler

Bir kaç hukuk adamı Menzil’e gelip, Gavs-ı Sani (k.s.) Hazretlerine sormuşlar: Tevbe etmek ve sizin elinizi tutmak şart mıdır? Onsuz olmaz mı ? 
Gavs: Şart değil amma siz hukuk adamısınız, bir insan mahkemeye düşse, davası olsa, o insan tek başına mı davasını görmesi güzeldir, yoksa bir avukat tutup avukat marifetiyle mi kendini savunması daha güzeldir. 

Avukatlar cevap vermiş: Avukatı olsa daha rahat işini görür. Avukat onu daha güzel müdafaa eder. 

Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hz. şöyle buyurmuş: Aynen ahiret işi de böyledir. Kim o Sadatların elini tutarsa, sekiz şartı yaparsa İlahi noterde bunlara, vekalet vermiş oluyor, İlahi noterde o Sadata vekaletname veriyor. Son nefeste ölürken imanla ölme vekaletnamesi, şeytana karsı yardım vekaletnamesi, kabirde sual melekleri gelince yardım vekaletnamesi, mahşerde hesap verirken şefaat vekaletnamesi, sırattan geçerken yardım vekaletnamesi. O vekaletnameyle o zat gelir şeytan kaçar, melekler neden geldin dediğinde de Allah (c.c.) onun vekaleti var,Ben kabul ettim ona karışmayın der.O şekilde gerek son nefeste,gerek kabirde,gerek mahşerde,gerek sıratta o vekaletnameyle gelirler Ümmeti Muhammede yardım ederler.Şart değil amma bu kadar da faydası var ne dersiniz buyurmuş. 


O hukukçularda insaflı insanlarmış o vekaletnameyi bizde verelim demişler… 


Kim bu zatların izinden giderse Allah’ın izniyle Peygamberimizin ve ashabının izinden gitmiş olur….
Özetle denilebilinir ki;
Tövbe Allah'a edilir, ama bir evliyanın şahitliğinde ve duasını alarak tövbe etmekte çok büyük bir nimettir, çünkü Buhari'de geçen bir Kudsi hadiste Allah (cc) "Ben kulumu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, anladığı kalbi olurum. Benden bir şey isterse, istediğini veririm. Bana sığınırsa kendisini korurum." (Buhari, İbn Mace, Beyhaki)

Tek başınada tövbe edilir, ama bir velinin vesilesi ile duasını alarak tövbe etmekte aliyyul ala, nur üstüne nur ve çok büyük nimetlere kapı açar..

İşte Allah'ın sevdiği dostu ile tövbe etmenin birçok nimetinden biri budur.. Onun için bu fitnenin, ateşin her yeri kuşattığı devirde bu büyük nimetin değerini bilmek lazımdır.

Allah Resulu (sav); "Ahir zamanda imanı elde tutmak, kor ateşi elde tutmak gibidir.." buyurmuş. 

Günümüzde insan bir kelime ile dahi dinden çıkıyorda, Allah muhafaza farkına varmıyor, imanı elden giden insana namaz, niyaz hiç birşey fayda vermez... İmansız giden insan ebedi olarak cehennemden çıkamaz. Çünkü iman bir bütündür..

Kütübü Sittede geçen şu hadis kısa ve öz olarak durumu izah etmektedir..

Avf Bin Malik El Esedi (ra) anlatıyor;

"Yedi veya sekiz kişi Resulullah'ın (sav) yanında idik. Bir ara Efendimiz (sav):

- Allah'ın Resulüne biat etmiyecekmisiniz? diye sordu.

Bunu üç defa tekrarladı. Bizde gerçi yeni biat yapmıştık ama Resulullah (sav) ısrar edince tekrar toplanıp biat için ellerimizi uzattık:

- Ya Resulullah! Biz sana biat etmiştik. Şimdi ne üzere biat edelim dedik. Resulullah (sav):

- Allah'a ibadet edip hiçbir şeyi ona ortak koşmamanız ve beş vakit namazı kılmanız üzere! Buyurdu. Ardından gizli bir sesle:

- İnsanlardan hiçbirşey istememek üzere! diye ekledi.

O gün orada biat edenlerden bazılarını gördüm; yolda kamçısını düşürüyordu da Resulullah'a (sav) verdiği sözü bozmamak için hiç kimseye, "Şunu bana verir misin?" demiyor; bilâkis bineğinden inip kendisi alıyordu."

Kaynak: Müslim, Zekat, 108; Ebu Davud, Zekat, 27(no:1642); Nesai, Salat, 5; İbn Mace, Cihad, 41(no:2867)

Şimdi burada sahabe-i kiram efendilerimiz farz olan namaz kılma eyleminin sözünü Peygamber Efendimize mi veriyor? Nasıl ki namaz kılmakta Allah cc için yapılan bir ibadetse, tövbe etmekte Allah cc için yapılan bir ibadettir.

"Ya Rabbi bütün yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım, keşke yapmasaydım, inşaAllah birdaha ben yapmayağım." şeklinde ki tövbe etmek eylemi ile namaz kılmak eylemi arasında ki fark nedir? 
Ehli sünnet inancına göre; Namaz kılmakta farzdır, günahlardan tövbe etmekte farzdır. Şimdi sanırım tövbe almak tabirinin, yani Peygamber Varisi bir kamil mürşid ile birlikte tövbe etmenin aslında sünnet olduğunu buradan da anlayabiliriz.