Sayfalar

1 Nisan 2017 Cumartesi

NAMAZIN ÖNEMİ VE HİKMETLERİ


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلّهِ اَلْحَمْدُ
NAMAZIN ÖNEMİ VE HİKMETLERİ

الَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

“Ki o (müminler) namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve ahirete de kesin olarak iman ederler.”[1]
Namaz İslam’ın beş şartın biri olup Yüce Allah’ın emridir: “Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin”[2]
Namazın Farz Olmasının Şartları

Bir insana namazın farz olmasının şartları şunlardır;

1. Müslüman olmak; Namaz müslüman olmayana farz değildir. Çünkü o, ilk önce iman etmekle mükelleftir. Bu yüzden müslüman olmayanın namazı da söz konusu değildir.

2. Akıllı olmak; Akıl hastasına namaz farz değildir. Ancak cinnet geçirir de vaktin geri kalan kısmında iyileşirse, o takdirde bu namazı kılmakla sorumludur.

3. Ergenlik çağına girmek; Ergenlik çağına girmeyen çocuğa namaz farz değildir. Ancak anne ve babanın yedi yaşına giren çocuklara namaz kılmayı emretmeleri ve onları namaza alıştırmaları gerekir. Bu hususta Peygamber Efendimiz (sav)  şöyle buyurur; “Çocuklarınıza yedi yaşına girdiklerinde namaz kılmalarını emredin.”[3]

Gavs-ı Sânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Namaz âkil bâliğ olan herkesin üzerine farzdır. Herkesin her şartta yapması ge­reken bir ibadettir. Yapılmazsa çok büyük cezası vardır. Bazı âlimlere göre beş yüz, bazı âlimlere göre yetmiş bin yıl cezası vardır. Kişi hasta veya hareket edemeyecek kanumda dahi olsa ima ile namazını kılmak zorundadır.”[4]
Namaz akıl baliğ olan her Müslüman erkek ve kadın üzerine farz olan, Müslümanın imandan sonra en çok muhafaza etmesi ve dosdoğru yerine getirmesi gereken bir ibadettir. Kabirde imandan sonra ilk olarak namaz sorulacaktır. Allah Resûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki kulun kıyamet günü hesaba çekileceği ilk şey namazıdır. Nama­zı düzgün olursa muhakkak felah bulmuş ve kurtulmuş­tur. Namazı bozuk olursa kesinlikle hüsrana uğramış ve kaybetmiştir.”[5]

Namazın akıllı, buluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedeni ibadetlerde vekalet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkar eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma’ delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terk eden asi ve fasık olur. Namazı kılmamak dünya ve ahirette azaba sebep olur.[6]

Namazı hayatımızın merkezine koymalı, dünya yaşantımızı ona göre ayarlamalıyız. Namazı her şeyde öncelemeli ve ne olursa olsun aksatmamalıyız. Nitekim Efendimiz (s.a.v) namazı dinin direği olarak tarif etmiştir.

“Muhakkak ki, kişi ile şirk ve küfür arasında namazın terki vardır”[7] hadisi namaz kılmayan kişinin imanının tehlikede olduğunu gösterir.

Bugün Müslümanlar namaza gereken hassasiyeti göstermemektedirler. Bazıları ya hiç kılmıyor veya aksatarak kılıyor. Bazıları ise kılıyor ama rükünlerini tam olarak yerine getirmiyor.

Namazı kazaya bırakmak büyük günahtır. Kazasını kılmak borcunu kapatmak anlamına gelse de vaktinde kılmamanın günahını kaldırmaz. Bunun için de tevbe etmelidir. Aynı yanlışa tekrar düşmemelidir.

Cennet ehli cehennem ehline sorar “Sizi sakar’a (cehennemin o dehşetli vadisine) sokan nedir? Onlar şöyle der “biz namaz kılanlardan değildik Yoksulu da duyurmazdık batıla dalanlarla bizde dalardık”[8]

Namazda Huşuun Önemi

Namazın sıhhati için namaz öncesi birtakım hususlara dikkat etmek gerektiği gibi namaz kılarken de belli hususlara dikkat etmek gerekmektedir. Namaz içinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus namazın huşû ile kılınmasıdır. Çünkü namaz, belli söz ve hareketlerden ibaret ruhsuz bir ibadet değildir. Kalbin ameli olan huşû namazın ruhu kabul edilmiştir.

Huşû, Allah'ın [celle celâluh] azameti karşısında kulun sükûnet ve tevazu içinde bulunma halidir. Namazın fert ve topluma fayda sağlaması huşû ile kılınmasına bağlıdır. Âyet-i kerimede, "Namazlarında huşû içinde olan müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir"[9] buyrulmuş olması namazdaki huşûun önemini göstermekledir.

Peygamber Efendimiz de [sallallahu aleyhi ve sellem] namazdaki huşûun önemine işaretle, "Bir kul namaz kılmak için ayağa kalktığı zaman, nefsi, yüzü ve kalbi ile Aziz ve Celil olan Allah'a yönelirse, Allah da ona rahmetiyle yönelir ve dine muhalif bir iş yapmadıkça ondan rahmetini geri çevirmez"[10] buyurmuştur.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Kim, içinden dünya ile ilgili (namazın huşusunu bozacak) bir şey geçirmeden iki rekat namaz kılarsa, geçmiş günahları affedilir.”[11]

Namazı huşû ile kılabilmek için mürşid terbiyesi yanında namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve edeplerini de hakkıyla yerine getirmek gerekir.

İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu] bu hususa şöyle dikkat çeker: 'Bu fakire göre namazın tam ve mükemmel olması için, fıkıh kitaplarında ayrıntılı olarak açıklanan namazın farzlarını, vâciplerini, sünnetlerini ve müstehaplarını yerine getirmek gerekir. Bu dört hususun dışında namazın tam olmasını etkileyecek beşinci bir şey yoktur. Namazdaki huşû da bu dört konunun içindedir. Kalbin haşyeti de bunlara bağlıdır. Bazıları bu dört konuyu yalnızca bilmekle yetinmişler, bunları uygulamada gevşek ve ihmalkâr davranmışlardır. Kuşkusuz namazın üstünlük ve faziletinden böylelerinin paylarına düşecek olan şey çok az olacaktır. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] hadis-i şerifte, 'Namaz ancak kalp huzuru ile olur'[12] buyurmuştur. Burada bildirilen huzurdan maksat, yukarıdaki dört hususla birlikte olan kalp huzurudur. Bu dört esastan birinin yerine getirilmesinde herhangi bir gevşeklik olmaması için böyle anlaşılması gerekir. Bu fakir, bunun ötesinde bir şeyle namazdaki huzurun sağlanabileceğini düşünemiyor."[13], [14]

Kıssa: Çuvalın Peşinde

Revnaku'l-Mecâlis'te şöyle anlatılır: Adamın birinin çuvalı kaybolur. Çuvalı kime verdiğini bir türlü hatırlayamaz. Bu sırada namaz kılmaya durur ve namazda çuvalı kimin aldığını hatırlar. Selâm verip namazdan çıkınca kölesini çağırır ve,

"Falan kimseye git, çuvalı geri iste!" der. Kölesi ona,
"Çuvalı ne zaman hatırladınız?" diye sorar. Adam,
"Namaz kılarken" der. Köle,
"Efendim, demek ki siz yaratana ibadet peşinde değil, çuvalın peşinde imişsiniz" deyince, bu güzel sözü ve sağlam itikadı sebebiyle köleyi âzat eder.[15],[16]

Ayette buyrulmuştur ki; "Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; seni biz rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ ile elde edilir.”[17]
Kıssa: Namazın da çaresi yok mu?

Bir adam meşhur bir hocaya gelerek sorar: “Hocam her şeye çare buluyorsunuz, fetva veri­yorsunuz. Kolaylaştırıyorsunuz. Namazın da çaresi yok mu? Günde beş defa, işimizin arasında zorlanıyoruz.” Hoca, “Yarın gel, biraz araştırayım” der. Ertesi gün adam gelir. Hoca fetva bulmuştur. “Sen bir tane istiyordun, ben sana birçok yol buldum” diyerek adama müjde ve­rir. Adam sevincinden, “Gerçekten büyük hocaymışsın, birçok hocaya gittim, namaz kılmamak için kimse fetva verememişti” der. Sonra, “Nedir hocam, söyler misin?” diye sorar. Hoca ilk fetvayı verir:

“Ölü olacaksın, ölü olana namaz yoktur.” Adam cevaba şaşırarak biraz da kızarak, “Bu bana uymadı hocam, akla da uymadı, sen diğer fetvayı söyle” der. Beş vakti üç vakte indirse dahi kâr bilecektir. Hoca ikinci fetvayı söyler:

“Deli olacaksın.” Adam, “Deliyken zaten namaz kılamam hocam, bu da olmadı, sen başka söyle” der. Hoca devam eder: “Çocuk olacaksın.” “Çocukluk biz­den geçti hocam. Çoluk çocuk sahibi olduk.”

Hoca devam eder: “Hayız olacaksın.”

Adam, “Hiç erkek hayız olur mu?” diye karşılık verir. Adam üzüntüyle sorar: “Hocam yoksa bitti mi fetvalar?” Hoca, “Üzülme, bir tane daha var” deyince adamın yeniden gözleri ışıldar. “Nedir o, Allah aşkına söyle” deyince hoca,

“Nifas olacaksın yani çocuk doğuracaksın. Çocuk doğurana da bir süre namaz yoktur” der. Adam hem şaşırır hem de kızar. “Hocam, ben erkeğim, çocuk mu doğururum?” der. Hoca taşı gediğine koyar. “Ölü değil­sen, deli değilsen, çocuk değilsen, hayız ve nifas değil­sen namaz kılman gerekir. Yolcuya, hatta hastaya dahi belli kolaylıklarla namaz vardır. Ancak bu kimselerden bile namaz düşmez” diyerek nükteli bir şekilde namaz meselesinin ehemmiyetini anlatmıştır.[18]

Namaz kılanların dikkat etmesi gerekenler

Evliyanın büyüklerinden Abdülkadir-i Geylânî (k.s) namaz kılan kişinin yapması gerekenleri şöyle anlatmaktadır:

1.Namaz için niyetini düzgünce yapmalı, niyete çok ihtimam göstermelidir.
2.Kâbe’nin tam iki yüzünün önünde durduğunu canlandırma­lıdır.
3.Allah Teâlâ’nın huzuruna durduğuna yakînen inanmalıdır.
4.Yüce Allah’ın gözetiminde olduğundan hiçbir şüphe duyma­malıdır.
5.İlk tekbirle (iftitah tekbiri) artık Allah Teâlâ ile arasında per­de kalmadığına inanmalı ve hiçbir gevşeklik göstermemesi gereken bir vazifede olduğu bilincini taşımalıdır.
6.Rükû ve secdedeki tesbihleri en az üç defa yapmalıdır. Nite­kim Hasan-ı Basrî (rh.a), “Tesbihin kemali yedi, orta­sı beş, en azı üçtür” demiştir.
7.“Sübhâneke” (manası: seni bütün eksik sıfatlardan tenzih ederim) okurken kime hitap ettiğini iyi düşünmeli ve Allah Teâlâ’nın ona yönelip tecelli ettiğini bilmelidir.
8.Fâtiha okurken “iyyâke na‘büdü ve iyyâke nesteîn” (ancak sana kulluk eder ancak senden yardım dileriz) kısmının manasını bilmeli ve muhatabının büyüklüğünün farkında olmaya çalışmalıdır.
9.Kıraat hatalarını düzeltmelidir.
10.Kıldığı namazı son namazı gibi kılmalıdır.
11.Namazının Allah Teâlâ’ya arzedildiğinden şüphe duymama­lıdır.
12.(Cemaat halinde kılarken) imamından evvel rükû ve secde­ye gitmekten sakınmalıdır.
13.Namazın rükün, vâcip ve edeplerini iyice öğrenmeli ve her namazda tatbik etmelidir.[19], [20]

Namazın Bütünündeki Hikmetler

İbadetlerin başında gelen namazın insana sayısız faydaları ve hikmetleri vardır. Bunlardan en önemlisi, dünya ve ahiret saadetini kazanmaya vesile olmasıdır. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, insanı her türlü fuhşiyat ve kötülükten alıkoyarak fert ve toplumun huzurunu sağladığı için dünyada; Allah'ın [celle celâluh] rızasını kazanmaya sebep olduğu için de ahirette ebedî saadete vesiledir.

Âyet-i kerime, hadis-i şerif ve evliyaullahın sözlerinden öğrendiğimiz kadarıyla namazın diğer başlıca hikmet ve faydaları şunlardır:

Namaz, Dinin Direğidir

Allah'ın sevgi ve rızasını celbeden namaz İslâm'ın direği ve temelidir. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem], "Namaz, dinin direğidir” buyurmuştur.

Dinin, Allah'a [celle celâluh] imandan sonra biri islâm'ın şartlarını yerine getirmek, diğeri Allah'ın [celle celâluh] yasak kıldığı işleri yapmayı terketmek şeklinde iki direk üzere inşa edilmiş olduğunu düşünecek olursak, namaz bu iki direğin koruyucusu hükmündedir.

Bunun sebebi namazın İslâm'ın diğer şartlarına göre ayrı bir öneme sahip olmasındadır. Çünkü beş vakit namaz zengin, fakir, hasta, yaşlı demeden müslümanım diyen herkesin, günün belirli vakitlerinde yerine getirmesi gereken bir farzdır. İslâm'ın diğer şartlarından olan oruç, zekât ve hac ise belli zaman ve şartlara bağlanmıştır. Bu nedenle diğer bütün amellerin başında gelmektedir. Dolayısıyla namazını kılan bir kimse Allah'ın [celle celâluh] farz kıldığı diğer emirleri de yapmaktan geri kalmayacaktır. Yine namaz, günün her anında insana, Allah'ı [celle celâluh] hatırlatan bir ibadet olduğu için kula Cenâb-ı Hakk'ın her an kendisini gördüğü şuurunu kazandırır. Böylece kul, Allah'ın [celle celâluh] yapılmasını haram kıldığı işlerden uzak durmaya, emrettiklerini de yerine getirmeye çalışarak dininin direklerini muhafazaya çalışır.

Namaz, İmanın Şahididir

İman, Allah'ın [celle celâluh] varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed Mustafa'nın [sallallahu aleyhi ve selem] O'nun kulu ve peygamberi olduğunu kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. Böyle imanın alameti, dini, emir ve yasaklarına riayet ederek yaşamaktır. Dolayısıyla yapılan bütün salih ameller kalpteki imanın birer göstergesi ve ezelde Allah'a verilen sözün şahitleridir.

İbadet, kulun Allah'ı [celle celâluh], Allah'ın da kulu anmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede,"Beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım”[21] buyurmuştur.

Allah'ı [celle celâluh] anma vesilesi olan namaz, kulun "kâlû belâda" Allah'a verdiği sözde durduğunun en güzel kanıtıdır. Kâlû bela; Allah'ın [celle celâluh] ezelde bütün insanların ruhlarına, nefislerine karşı onları şahit tutarak, "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" diye sorması üzerine, ruhların, "Evet, sen bizim Rabbimiz'sin, şahit olduk"[22] demelerine verilen isimdir.

Namaz, Amellerin En Faziletlisidir

İmandan sonra en faziletli amel vaktinde kılınan namazdır. Nitekim Peygamber Efendimiz'e [sallallahu aleyhi ve sellem], "Amellerin hangisi daha faziletlidir?" diye sorulduğunda, “Vaktinde kılınan namazdır"[23] buyurmuşlardır.

Namaz, Allah'a Yaklaşmadır

Namaz, kulun Allah'a [celle celâluh] yaklaşmak için yaptığı bir yolculuktur. Nitekim Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve şellem] hadis-i şerifte,"Namaza durduğun zaman dünyaya veda eden bir kimse gibi ol"[24] buyurmuştur. Şu halde dünya hevâsına ve Allah'tan gayri her şeye veda ederek namaz kılan, kalbi ile Rabb'ine doğru yolculuğa çıkmış demektir.

Namaz, Bir Duadır

Namaz kelimesinin Arapça'sı olan "salât” aynı zamanda, Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar, insanlardan dua manasına da gelir. Bu demektir ki namaz kılan kimse için Allah'ın [cellecelâluh], meleklerin ve müminlerin salâtı bulunmaktadır. Allah'ın [cellecelâluh], namaz kılan müminlere salâtı, kılınan namaz ile onların hata, kusur ve günahlarını affetmesiyledir. Meleklerin salâtı, namaz kılanların bağışlanmasını dilemeleriyledir. Müminlerin salâtı ise namaz vesilesiyle birbirlerine duada bulunmaları ve bağışlanma dilemeleriyledir.

Namaz, Yardım Dilemektir

Mümin namaz kılarak Cenâb-ı Hak'tan yardım istemelidir. Bu hususta Allah Teâlâ âyet-i kerimede, "Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah'tan korkanlardan başkasına ağır gelir"[25] buyurmaktadır.

Namaz, Beden ve Ruh Sağlığını Korur

İnsan beden ve ruhtan ibaret bir varlıktır. Dolayısıyla ruh ve beden birbirini etkilemektedir. Ruhun güzelliği ve temizliği bedene, bedenin sağlık ve sıhhati de ruha yansımaktadır. Bu nedenle Allah [celle celâluh] ve Resûlü'nün yapılmasını emrettiği her ibadetin, beden ve ruha etkisi vardır. İbadetler bir yönüyle ruh sağlığını koruduğu gibi, bir yönüyle de beden sağlığını korumaktadır.

Beden ve ruh sağlığını koruyan ibadetlerin başında huşû ve huzur ile kılınan beş vakit namaz gelir. Şöyle ki: İnsan, dünyada huzurlu ve mutlu bir hayatı olsun ister. Bunun için gecesini gündüzüne katarak çalışır. Her türlü maddi imkâna ulaşır. Tam mutluluğu yakaladığını zannederken ansızın malına veya canına gelen bir zarar bütün huzurunu kaçırır. Mutluluğun yerini endişe ve korku alır. Dünya bütün genişliğiyle kendisine dar gelir. Bunun sebebi insanın kalp huzuruna sahip olmayışıdır.

Namaz, Ahlâkı Güzelleştirir

Şuurla kılınan namazın, ahlâkın güzelleşmesinde büyük etkisi vardır. Çünkü huşû ve huzur içerisinde günde beş defa Allah'ın huzuruna duran bir mümin başkalarına zarar vermekten hayâ eder. Her türlü fuhşiyat ve kötülükten uzak durur. Bunun hikmeti müminin namaz sayesinde ihsan mertebesini elde etmesidir.

İhsan nedir? İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi O'na kulluk etmektir. Çünkü her ne kadar biz O'nu görmesek de O bizi görmektedir.

Bu mertebeye ulaşmış bir mümin her an Allah ile beraberdir. Böyle bir kimseden, değil bir insana, karıncaya bile zarar gelmez. Elinden ve dilinden bir zarar gelmeyeceği hususunda insanlar güvende olur. İşte şuurla kılınan namazın neticesinde elde edilen güzel ahlâk bu olsa gerektir.[26]

Namaz Arınmaktır

Namaz kalbimize gıda, ruhumuza şifadır. Namazla günahlarımızdan temizlenir, Rabbimiz'e yaklaşırız.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashabına şöyle buyurdu:

- Sizden herhangi birinizin kapısı önünde bir nehir bulunsa ve o kimse bu nehirde günde beş defa yıkansa kendisinde kirden bir şey kalır mı?"

Dinleyenler

- Hiç kir kalmaz yâ Resûlallah! diye cevap verdiler.

Peygamberimiz,

- İşte beş vakit namaz da buna benzer, Allah namazla günahları siler"[27] buyurdu.

وَآخِرُ دَعْوَانَا أَن الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


[1] Neml, 27/3
[2] Bakara, 2/43
[3] Temel  İlmihal Bilgileri, Şemseddin Bektaşoğlu, Semerkand Yayınları.
[4] Namazım Huzurum, Selim Uğur, Semerkand Yayınları, sf.23.
[5] Nesâî, Salât, 9
[6] Temel  İlmihal Bilgileri, Şemseddin Bektaşoğlu, Semerkand Yayınları.
[7] Müslim
[8] Müddessir, 42-43
[9] Mü'minûn 23/1-2
[10] Taberânî. Mu'cemû'l-Kebir, 17/915; Taberânî, Mu'cemû'l-Evsat, nr. 7943
[11] Buhadi, Vüdu, 23; Ebu Davud, Salat, 157.
[12] Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, 1/145
[13] İmâm- Rabbani, Mektubat-ı Rabbani, İstanbul: Semerkand Yayınları, 2009, 2/381.
[14] Abdullah Aydemir, Namazın Hikmetleri, Semerkand Yayınları, 48-51
[15] Gazâlî, Mükâşefetü'l-Kulûb, s. 36. Gazâlî, Mükâşefetü'l-Kulûb, s. 36.
[16] Kalbin Hastalıkları, SiraceddinÖnlüer, Semerkand Yayınları, c.1, sf.50.
[17] Tâhâ 20/132.
[18] Namazım Huzurum,  Selim Uğur, Semerkand Yayınları, sf.24.
[19] Abdülkadir-i Geylânî, el-Gunye li-Tâlibî Tarîki'l-Hak, 2/201 -205.
[20] Namazım Huzurum, Selim Uğur, Semerkand Yayınları, sf.16.
[21] Bakara 2/152
[22] A’raf 7/172
[23] Buhâri Mevâkîtü's-Salât, 5; Müslim, İmân, 85; Tirmizi, Salât, 13; Nesât, Mevâkitü's-Salât 1
[24] İbn Mâce. Zühd, 15.
[25] Bakara 2/45
[26] Abdullah Aydemir, Namazın Hikmetleri, Semerkand Yayınları, 72-75
[27] Buhârî, Mevâkît, 6; Nesâi, Salât, 7.

TEVHİD İNANCI ÜZERE YAŞAMAK


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلّهِ اَلْحَمْدُ

TEVHİD İNANCI ÜZERE YAŞAMAK

İmanın aslı tevhittir. Tevhit, Allah Teala’nın birliğine iman etmektir. O’nun eşi ve benzerinin olmadığını bilmektir. Alemde O’ndan başka bir ilahın bulunmadığını anlamak ve buna inanmaktır. Bu inanç Allah Teala’ya kulluğun ilk adımıdır.

Esasında kalpler imana hazırdır; ruhlar elest bezminde Allah’a imanını ikrar etmiştir. O mecliste Yüce Allah: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitap buyurunca, ruhlar:“Evet, sen bizim Rabbimizsin” demiştir.

Zerreden kürreye bütün kâinât “Lâ ilâhe illallah” hakikatını isbat için varedilmiştir. Bütün insanlar ve cinler bunu anlamak için yaratılmıştır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”[1] âyeti, kulluktan önce imanı ve tevhidi istemektedir. Çünkü kulluğun temeli Allahu Teâlâ’yı tanımaktır. Bütün Peygamberler tevhidi yani Allahu Teala’nın varlığını, birliğini ve ibadet edilmeye layık tek ilah olduğunu öğretmek için gönderilmiştir.

Ashab’tan Cündüb b. Abdullah (r.a) demiştir ki: “Bizler bir grup genç Allah Rasülü (s.a.v) ile beraberdik. O bize Kur’an’ı öğretmeden önce imanı öğretti. Sonra Kur’an’ı öğrendik, onunla imanımız arttı.“[2]

Her mükellefin iman, tevhid ve akaidle ilgili gerekli ilimleri öğrenmesi farzdır. İnancı düzgün olan kimsenin ameli güzel, akıbeti hayırlı olur. Ahirette ilk soru Allah’a imandan olacaktır. İmanı olmayana amel terazisi kurulmayacaktır. Çünkü imanı olmayanın hiçbir hayrı kabul edilmez, doğrudan Cehenneme gönderilir.

Gerçek bir iman için şu iki temel esası kabul etmek gerekiyor:

1- Lâ ilâhe illallah. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Bu iman ve ikrar ile Allah Teâlâ’nın varlığı, birliği ve ibâdete lâyık tek ilah olduğu tasdik edilmiş olur. Bu iman ile insan küfürden ve Allah’ın düşmanlığından kurtulur; Ona dost olur.

2- Muhammedü’r-Rasûlullah. Hz. Muhammed (s.a.v) Allah’ın peygamberidir. Bu iman ve ikrar ile de Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği son peygamberi olduğu kabul edilmiş ve Allah’a kulluk için Onun tebliğ ettiği dine girilmiş olur. Hz Peygamber’e (s.a.v) iman edenler, bu iman ile Allah’a imanlarını tamamlamış olurlar. Hz. Resulullah’ı (s.a.v) tanımadan, onun dindeki yerini ve değerini bilip kendisine iman etmeden ve onu sevmeden gerçek manada Allah’a iman edilemez. Çünkü bizlere imanı, Allah’ı, İslam’ı, edebi ve ahlakı o öğretmiştir.

İmanda asıl olan gözün görmediği varlıkları ve haberleri kalbin tasdik etmesidir. Buna ğayba iman denir. İmanın fazileti gaybı tasdik etmeye dayanır.[3]

Şiblî şöyle der: "Her kim dünyaya meylederse, dünya, ateşiyle onu yakar. O kimse rüzgârın savurduğu bir küle döner. Her kim de âhirete meylederse, âhiret de onu nuruyla yakar. O kişi, kendisinden istifade edilen saf altına dönüşür. Her kim de Allah'a meylederse, tevhid nuru onu yakar. Bu kişi de paha biçilemeyen bir cevhere dönüşür."

Tevhid ehlinin ceza gördükten sonra ateşten çıkacağına iman etmek gerekir. Allah'ın fazlı ile hiçbir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan hiçbir kimse) cehennemde ebedî kalmayacaktır. Müslümanın bu inanca sahip olması gerekir.[4]

Sufilerin Tevhid Anlayışları
Risale-i Kuşeyri’de denmiştir ki; Biliniz ki bu yolun büyükleri, işlerinin temelini sağlam tevhid akidesi üzerine kurdular. Tasavvuf yolunun önde gelen büyükleri, tevhid konusunda söz, kitap ve risalelerinde çok şeyler söylemişlerdir. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

Hiç şüphesiz Allah Tealâ mevcuttur, kadîmdir (ezelîdir, varlığının bir evveli yoktur). O vâhiddir (zat, sıfat ve fiilleri İle tektir), ilâhlık sıfatında ikinci bir ortağı ve benzeri yoktur. Hakîm’dir, her yaptığını yerince, güzelce yapar. Kâdir’dir, her şeye gücü yeter, kimse O’nu aciz bırakamaz. Alîm’dir, her şeyi bilir, hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Kahir’dir, her şeye hükmünü geçirir. Rahîm’dir, kullarına çok merhamet eder. Mürîd’dir, irade eder, diler, ister; her istediğini yapar. Her şeyi işitir. Çok uludur, çok yücedir. Her şeyi görür. Her şeyden üstün ve büyüktür.

Her şeye gücü yeter. Diridir, ölmez. Tektir; eşi, ortağı, benzeri, dengi yoktur. Bâkî’dir, ebedîdir; varlığının bir sonu yoktur. Samed’dir; her şey O’na muhtaçtır, bütün varlık O’na yönelir. O hiçbir varlığa muhtaç değildir.

Yüce Allah, ezelî ilmiyle her şeyi bilir; kudretiyle her şeye gücü yeter, hükmü geçer. Ezelî iradesiyle irade eder, bir şeyin olmasını ister; ezelî işitmesiyle işitir; ezelî görmesiyle görür; ezelî konuşma sıfatıyla konuşur; ezelî bir hayatla diridir; ebedî bir hayatla bâkidir (varlığı devamlıdır).

Yüce Allah’ın zatına has sıfatları mevcuttur. Bütün İlâhî sıfatlar ezelîdir, ebedîdir. Yüce Allah zat olarak tektir; yarattığı hiçbir varlığa benzemez; yaratılan hiçbir varlık da O’na benzemez.

Yüce Allah zihinlerde şekillendirilip hayal edilemez; akıl ile nasıl olduğu tayin ve tesbit edilemez. O’nun için bir yön ve mekân yoktur. O’nun üzerinden bir vakit ve zaman geçmez. O’nun sıfatlarında bir azalma ve artma olmaz. Onun için bir şekil ve miktar söz konusu değildir. Varlığı zaman içinde yok olmaz. O’nu bir iş yapmaya zorlayan hiçbir sebep yoktur (O her şeyi kendi iradesi ile yapar).

O’nun bir yardımcısı ve destek vereni mevcut değildir. Hiçbir şey O’nun kudreti dışına çıkamaz. Yaratılmış hiçbir varlık O’nun hükmü dışında kalmaz. Hiçbir şey O’nun ilminden gizli kalmaz.

Yüce Allah’ın fiili için “Bunu nasıl yaptı?” denmez. Yaptığı hiçbir iş için “Bunu niçin yaptı?” diye kendisine hesap sorulamaz. O’nun için “Nerede, ne şekilde, nasıl?” türü sorular sorulmaz. Varlığı için bir başlangıç düşünülüp, “Ne zaman var oldu?” denemez.

Yüce Allah, Resulullah’ı (s.a.v.) apaçık mucizelerle ve güneş gibi parlak alametlerle desteklemiştir. Bu mucizelerle, onu gören ve işitenler için inkâr üzere kalma özrünü ortadan kaldırmış, onlara kesin imanı ve inkârı açıklamış, iyiyi kötüyü kullarına göstermiştir,

Yüce Allah, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonra İslâm’ın izzetini ve birliğini Rasulullah Efendimizin raşid halifeleri ile korumuştur. Onlardan sonra yüce Allah, dostlarının (velilerin ve müçtehit imamların) diliyle açıkladığı dinin delilleri ile hakkı korumuş, dinine yardım etmiş, tevhid üzere giden bu ümmeti sapıklık üzere toplanmaktan korumuş, ortaya koyduğu delillerle bâtılın belini kırıp kökünü kazımıştır. [5]

Cüneyd-i Bağdâdî'ye, tevhidin ne olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: "Tevhid, yüce Allah'ın bütün kemal sıfatlarıyla tek ve her yönüyle yaratıklardan ayrı olduğuna iman edip şunu bilmektir: O, tektir, hiçbir çocuk edinmemiştir, kimse tarafından doğrulmamıştır, O'nun herhangi bir ortağı, dengi, benzeri yoktur. O, hiçbir varlığa benzemez, nasıl ve nice olduğu bilinmez, yüce zâtı tasvir ve temsil yoluyla tarif edilemez. Âyette belirtildiği gibi: 'O'nun misli, dengi, benzeri hiçbir varlık yoktur. O, her şeyi işiten ve görendir."[6]

Ebü'l-Hasan-ı Bûşencî (rh.a) ise şöyle der: "Tevhid, Allah Teâlâ'nın hiçbir varlığa benzemediğini ve O'nun zâtına has sıfatlara sahip olduğunu bilmendir."

Cüneyd-i Bağdâdî (rh.a), bu konuda şöyle der: "Tevhid; kadîm olan yüce zâtı, sonradan yaratılan varlıklardan ayrı tutmak ve O'nun her şeyi ile tek olduğunu bilmektir."

Hallâc-ı Mansûr şöyle demiştir:

"Allah'tan gayrı bütün varlıkların kesin olarak sonradan yaratılmış olduğunu bil, çünkü ezelî olmak sadece O'na aittir. Sonradan yaratılmış varlıklarda şu özellikler mevcuttur: Cisim olarak mevcut olup görülmesi mümkündür. Cevherlerden (bir maddenin özünden) meydana gelmiştir. Varlığı, sebeplerle oluşmuştur. Birtakım maddî ve mânevî kuvvetler onu ayakta tutmaktadır. Belli bir zaman içinde vücut bulmuştur, fakat zaman içinde dağılıp yok olur. Onu ayakta tutan kendisi değil, bir başkasıdır. Bu durumda o, sürekli ihtiyaç ve zaruret içindedir. Onları hayal etmek ve şekillendirmek mümkündür. Görülen her şey bir mahaldedir; bir mahalde olan şeyler için 'nerede' sorusu sorulabilir ve cevabı verilebilir. Kısaca, cisim olan varlıklar için 'nasıl' sorusu sorulup cevap alınabilir.

Yüce yaratıcıya gelince, O'nu bir üst gölgelemez (O'nun üzerinde hiçbir şey yoktur). O'nu bir alt taşımaz (O'nun üzerinde bulunduğu herhangi bir şey mevcut değildir). O'nun bir ciheti ve yönü yoktur. O'nu herhangi bir yer çevrelemez. Onu saran bir arka düşünülmez. O'nun için bir ön söz konusu değildir. O'nun varlığı için, önceden geçen bir zaman düşünülmez (O, zaman ve mekân yok iken mevcut idi). O'nun varlığı sonraki gelecek bir zaman içinde yok olmaz. O'nun varlığı hiç kimseye bağlı değildir. O'nun için 'önce yoktu, sonra var oldu' denmez ve O'nun zatı hiçbir zaman yok olmaz."

Cüneyd-i Bağdâdî demiştir ki: Tevhid, şu hakikati bilip ikrar etmendir: Allah Teâlâ, ezelî olmasıyla tektir; O'nunla birlikte bu sıfata sahip ikinci bir varlık ve O'nun yaptığını yapacak hiç kimse yoktur."[7]

Sahih Bir Tevhid İnancının Yolu

Sahih bir tevhid ancak, Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği dinde ve sünnette öğretildiği şekilde Allah’ın zatı ve sıfatlarını kabul etmekle gerçekleşir. Ayrıca Yüce Allah’ı bir şeye benzetmemek, nasıl ve nice olduğunu sormamak, O’nu bir cinse ve şekle benzetmemek gerekir. Sonra bu iman ile  kalbin sükunete ermesi, aklın mutmain  olması ve Allah’ın ihsan ettiği yakin nuru ile O’na teslim olması icap eder.

Gerçek tevhid, ancak yakin nuru ve yakin ilmi ile müşahede edilir; aklın nuru ve akla dayalı ilimle elde edilmez. Çünkü Yüce Yaratıcı, bir mahluk vasıtasıyla görülemez. Akıl dünyanın aynasıdır;  kul onun nuruyla dünyanın içindekileri görür. İman ise ahiretin aynasıdır, kul onun ile ahirete bakar ve onda olanlara iman eder. Yakin, imanın hakikati ve gökten indirilen en kıymetli şeydir. O, müminlerin imanını artırmak için kalplerine indirilen ilahi sekinettir.[8]

Şirk

İslâm'da en önemli mesele ve dinin temelini oluşturan şey, Allah'ın varlığına ve birliğine inanmak ve O'na hiçbir şeyi ortak ve eş koşmamaktır. Buna "tevhid inancı" denir.[9] Tevhidin zıddı şirktir. Şirk, kulun, Allah’tan başka bir varlığı O’na eş koşması, o varlığı Allah’a denk görmesi, onda ilahlık özelliklerinin ve yetkilerinin bulunduğunu düşünmesi veya onu Allah’ın yanında yardımcı kabul etmesi; Allah’a yapılacak taat ve teslimiyeti ona göstermesidir.[10]

Allah Teala şirki; kainatta işlenen en büyük zülümdür diye târif ediyor[11] ve bu zulmün tehlikelerine şöyle dikkat çekiyor:

“Şirk, sahibini Cehennem”e çeker.”[12]

“Şirk, hayır amelleri yakar yok eder.”[13]

Allah'a eş koşmak ve Allah'tan başka ilâhların varlığını iddia etmek büyük ve affedilmeyen bir günahtır. Nitekim Hak Teâlâ, "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Bundan başka günahları ise dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşana gelince, artık o haktan pek uzak bir sapıklıkla sapmış gitmiştir"[14] buyurmaktadır.

Şirk iki kısma ayrılır:
1. Açık şirk. Doğrudan Allah'a eş koşmak, Allah'tan başka şeylere tapmaktır, örneğin güneşe, aya ve puta tapmak gibi...

2. Gizli şirk. Bu, zâhiren şirk değildir, ama iç yüzü şirktir. Riya, gösteriş, desinler ve görsünler diye amel yapmak, davranışlarımızda yüzümüzü Allah'tan başkasına çevirmek, Allah'ın rızası olmayan bir işte Allah'tan başkasından takdir beklemek, amel ve davranışlarımızda Allah'ın rızasını gözetmemek gibi... Örneğin biri dış görünüşte namaz kılıyor, ancak içinde o namazı Allah rızası için değil de gösteriş için kılıyor, işte bu da bir çeşit gizli şirktir. Sadece yapan kimse bunun farkındadır. Bazan Allah korusun, ameli yapanın kendisi dahi bunun farkında değildir. Allah için yaptığını zanneder, ama biraz derin düşündüğünde başka amaçların da kalbinde yer ettiğini görür. İşte bunlara "gizli şirk" denir. Bu duruma düşen kişiye kafir veya müşrik denmez.

Riya, bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, geceleyin yürüyen karıncanın ayak izi gibidir.[15] Hz. Peygamber (s.a.v), riyayı küçük şirk olarak da vasıflandırmaktadır.

Resulullah (s.a.v.) "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir" buyurarak, ümmetini riyadan şiddetle sakındırmıştır. Ashâb-ı kirâm,

"Yâ Resûlallah, küçük şirk nedir?" diye sorduklarında, Allah Resulü (s.a.v) buyurmuştur ki:

"Riyadır (Yani başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır). Allah Teâlâ, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?"[16]

Şeddâd b. Evs (r.a), Hz. Peygamber'in (s.a.v), "Ümmetim hakkında iki şeyden korkuyorum: Gizli şirk ve şehvet" uyarısı üzerine,

"Ey Allah'ın Resûlü! Senden sonra ümmetin Allah'a ortak mı koşacak?" demiş, Hz. Peygamber de (s.a.v),

"Evet, ama onlar güneşe, aya, taşa ve puta tapmayacaklar. Fakat amelleri ile gösteriş yapacaklar"[17] buyurmuştur.

İmam Ahmed, Şeddâd b. Evs'ten (r.a) Hz. Peygamber'in (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

"Kim gösteriş olsun diye namaz kılarsa şirk koşmuş olur. Kim gösteriş için oruç tutarsa şirk koşmuş olur. Kim gösteriş için sadaka verirse şirk koşmuş olur. Cenâb-ı Hak buyurur ki: Beni bir şeye ortak eden kişi için ben, en hayırlı bölüştürücüyüm. Amelin bütünü, azı da çoğu da ortak koştuğu ortağa aittir. Ben böylesi bir ortaklıktan (paylaşımdan) müstağniyim."[18]

Bu hadis-i şeriflerden anlaşıldığı gibi, bilinen açık şirkten başka bir de gizli şirk vardır. Hz. Peygamber (s.a.v) ümmetinin açık şirke düşeceğinden değil, gizli şirke düşeceğinden endişe duyuyor. İslâm ümmeti için çok korkunç bir tehlike olarak nitelendiriyor.

Hz. Ömer, Muâz b. Cebel'i ağlarken gördüğünde ona,

"Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. O da, Hz. Peygamber'in kabrini göstererek,

"Şu kabrin sahibinden duyduğum söz beni ağlatmaktadır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v), 'Riyanın en azı bile şirktir' buyurmuştu, der”[19], [20]

Kıssa: Sen Namazı da Kazâ Et!...
Zahid olarak bilinen fakat riyakâr olan biri, padişahın misafiri olmuştu. Sofraya oturduklarında, her zaman yediğinden daha az yedi. Namaza kalktıklarında her zamankinden daha yavaş kıldı. Padişahın, kendisini takdir etmesini istiyordu.

Evine dönünce sofra kurdurdu, yemek istedi. Anlayışlı bir oğlu vardı. Babasına,

"Sultanın ziyafetinde bir şey yemedin mi baba?" diye sordu. Baba,

"Onların önünde ayıplamasınlar diye işe yarayacak kadar bir şey yemedim" dedi. Çocuk cevap verdi:

"Öyleyse baba sen namazı da kazâ et! Çünkü onu da işe yarayacak gibi kılmamışsındır!"[21]

Son olarak Merkez Efendinin bir şiiriyle sohbeti noktalayalım;[22]

Hani bizden evvel gelen veliler,
Bunu böyle buyurmuştur ulular,
Âb-ı Kevser ırmağından dolular,
İçer can u dilden tevhid edenler.

Sür tevhidi, gözün gönlün açıla,
Varma Hakk’ın dergâhına suç ile,
Sırat Köprüsü’nü âsan vechile,
Geçer can u dilden tevhid edenler.

Hakk’ın nuru gitmez anın yüzünden,
Silinir perdeler anın gözünden,
Zahiri batını anın yüzünden,
Açar can u dilden tevhid edenler.

Gel ey Merkez, gelip geçti o canlar,
Sür tevhidi, ele girmez bu demler,
Sekiz cennet kapısını fetheyler,
Açar can u dilden tevhid edenler.

***
Âb-ı Kevser : Kevser suyu
Can u dilden : Candan ve gönülden
Âsan vechile : Kolay bir ºekilde
Anın : Onun
Zahir, batın : Dış ve iç
Sür tevhidi : Tevhidi zikreyle
Dem : Zaman, vakit



وَآخِرُ دَعْوَانَا أَن الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


[1]Zâriyât suresi ayet-56.
[2]İbnuMace, Mukaddime, 9; Heysemi ve Elbani hadisin sahih olduğunu belirtmişlerdir.Elbani,Sahihuİbnu Mace,I,38.
[3] Ehli Sünnet İnancı, Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları.
[4] İhya-i Ulûm'id-Din (İslâmi İlimlerin Canlandirilmasi), İmam Gazâli, Çeviren: Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, C.1.
[5] Kuşeyrî Risalesinden, Sufilerin Tevhid Anlayışı, Ali Kaya, Semerkand Dergisi, Temmuz 2012
[6]Şûrâ 42/11.
[7]Kuşeyrî Risalesi, (Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları), Abdülkerim Kuşeyrî, Semerkand Yayınları, sf.44-55.
[8] Kalplerin Azığı, 3. cilt
[9] Kalbin Hastalıkları, SiraceddinÖnlüer, Semerkand Yayınları, c.3, sf.25.
[10] Ehl-i Sünnet İnancı
[11] Lokman suresi ayet-13
[12] En’am suresi ayet-72
[13] En’am suresi ayet-88
[14] Nisâ 4/116.
[15]Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/403.
[16]İbnMâce, Zühd, 21 (nr. 4203); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/124; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 3/458; Münzirî, et-Tetgibve't-Terhib, 1/68.
[17]Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/124.
[18]Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/125-126; Tayâlisî, el-Müsned, nr. 1120; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, nr. 7139; Hâkim, el-Müstedrek, 4/329; Beyhakî, Şuabü'l-İmân, nr. 6830; İbnKesîr, Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azim, 3/110; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, nr. 17651.
[19]Tirmizi, Nüzûr, 9; IbnMâce, Fiten, 16; Beyhakî, Şuabû'l-İmân, nr. 6812.
[20] Kalbin Hastalıkları, SiraceddinÖnlüer, Semerkand Yayınları, c.3, sf.26-27.
[21] Kalbin Hastalıkları, SiraceddinÖnlüer, Semerkand Yayınları, c.3, sf.28.
[22] Merkez Efendi, Semerkand Dergisi, Şubat 2005.